Gerçekten sadece kapak fotoğrafı için aldığımız bazı kitaplar vardır. Bu kitap önce kapağıyla beni kendine çekti. Kitap bittiğindeyse çabuk bittiğine üzüldüm. Uzun bir ömre ne kadar büyük sırların saklanabileceğine şahit oldum. Benim için kitabın ana karakteri sevgili Nona’cığım oldu. Oktay ve Filiz, Zeynep ve Kerem’ de kitaba hayat veren diğer karakterler. Betimlemeler öyle kuvvetliydi ki kitapta bahsi geçen çiçeklerin, naftalinin kokusunu hissettim. Urla’nın sokaklarını karış karış ben gezdim sanki. Duygu aktarımı oldukça başarılıydı. Yarım kalmışlıklar, söylenmemiş sözler ve yaşanamamış hayatların öyküsüydü. Bir ara sanki Sarah Jio okuyormuşum hissine kapıldım. Kalemlerini çok benzer buldum. Neticede çok severek okuduğum bir kitap oldu. Bazen yediğimiz bir yemeğin boğazımıza takılması gibidir içimize attığımız söylenmesi gereken yerde söyleyemediğimiz sözler. Ne kadar biriktirirseniz o kadar çok sıkıştırır sizi. Hem bedeninizi hem ruhunuzu yorar. O yüzden seviyorsanız, kızıyorsanız, hoşlanmıyorsanız kısacası her ne hissediyorsanız birikmeden, altında ezilmeden, kimseye geç kalmadan dilinizden söz, yüreğinizden kuş olup uçmasına izin verin. Verin ki her hikaye hakettiği gibi yaşansın. Söylenmemiş sözlerinizin olmaması ümidiyle… Kitapsız geçen gününüz olmasın…
Arka Kapak
Üzüm ve zeytinin, yağ, bal ve şarap küplerinin, kadırgaların, binbir şifalı otun en eski vatanı Urla. Dünyanın zalimliği ve insanın vahşiliğinden şüphesi olmayanları, dünyanın güzelliği ve insanın iyiliğine inandıran bir yer burası. Bir zamanların efsane gazetecisi, dünyaya küskün Oktay Onur Yortan’ın ise çocukluğunun huzurlu bahçesi. Dünyadaki değer yitimine isyan edip tüm kariyerinden ve hayatın yüklerinden vazgeçip sığındığı liman. Kaçıp geldiği geçmişinden ve eski güzel günlerin anısından seçip sakladığı eski aşkı Filiz Canan şimdi kıymeti bilinememiş, kaçırılmış bir mutluluk fırsatı artık.
Söylenememiş sözlerin altında kalan koca bir ömürde ikisi de birbirinin hikâyesini yarım bıraktı. Ama okumaları ve bitirmeleri gereken asıl hikâye, Urla’daki o evin fotoğraflarından gülümseyen, sevgiyi bir yaşam direnişi olarak kucaklayan ve sıradanlığıyla bir hayat kahramanı olan Nona’ya ait. Nona’nın yaşadığı yüzyılın sonlarına yetişen Kerem ve Zeynep’in de dahil olduğu 48 saatlik maceraya sığan bir asırlık ömrün dökümünde, Nona sadece onlara değil, bu yüzyılın tüm insanlarına sesleniyor:
Acı dediğin taş, insan dediğin su gibidir. Taşın üstünden kayar gider, toprağa karışır. Taşa her vurduğunda acır canın. Ama toprakla buluştukça acın azalır. Acıdan sonra bir bakmışsın ki o toprakta ne çiçekler, ne hayatlar dirilmiş. Hem su deyip geçme; o su, taşı bile aşındırıp yıpratır.
İclal AYDIN
Peki ya Oktay Bey? Karşısında oturan iki gence bütün kalbiyle, “Ölmekten değil yaşamaktan korkmamaktır kahramanlık,” derken haklı mı?
Alıntılar
İnsan insanın hem düşmanı hem de şifası…
Günler, yıllar geçip gidiyor. Bu garip, zalim bir düzen ama her ev aynı. Herkes kendi hikayesini yaşıyor işte.
Acı dediğin taş, insan dediğin su gibidir. Taşın üstünden kayar gider toprağa karışır. Taşa her vurduğunda acır canın. Ama toprakla buluştukça acın azalır. Acıdan sonra bir bakmışsın ki o toprakta ne çiçekler, ne hayatlar dirilmiş. Hem su deyip geçme; o su, taşı bile aşındırıp yıpratır.
Çalışmalarınızın değerini başkalarının sözlerinde, gözlerinde aramayın. Doğruyu size ispat edecek şey zamandır.
İnsan durmadan değişiyor. Büyürken, kazanırken, kaybederken. Kimse hayata başladığı yola, çıktığı gibi devam etmiyor, edemiyor. Zamana direnemiyor. Ama direnmek istiyor. Oysa insanın kazanamayacağı iki savaştan biridir zamanla giriştiği…
Başımıza gelen kötü şeylerin, bazı iyi şeylerin başlangıcı olabileceğini asla düşünmeyiz. Her zaman değil ama bazen öyledir oysa.
Bu kitap,dünya üzerindeki her tür savaşın anlamsızlığında yok olanlara ve bu savaşlar sırasında kaybedilen değerlerimize adanmıştır. Ve bir canlıyı sadece varoluşu nedeni ile sevebilme çabasına…
İclal AYDIN