BEKLEMEK

Derya Ballı
Derya Ballı
4 Min Read
depremde yıkılan bina

Derin bir toz bulutunun izin verdiği kadarıyla etrafına bakındı. Yıllarını çalışarak geçirdiği tahta masasının ayakları kırılmış, üzerinde iki gün önce nişanlandığını gösteren yüzüklü ve gülümseyen iki kişinin fotoğrafı yere çakılmıştı. Düğününü planladığı defteri, fosforlu kalemleri ve renkli kağıtları şimdi grimsi bir yalnızlığa bürünmüştü. Nerede olduğunu bilemedi önce. Kötü bir kabusta olmalıydı. Birazdan annesi kahvaltının hazır olduğunu söyleyecek, o da rahat rahat yatağından kalkıp yüzünü yıkarken “Ne kabustu be!” diye düşünecekti muhakkak. Tozlu göz kapaklarını kapattı ve başını sallamak istedi. İşte o zaman boynuna keskin bir bıçak saplanmışçasına bir acı duydu. Gözlerini tekrar açtığında yüzünün yarısının kan kırmızısı yarısının da beton tozu olduğunu fark etti. Kabus değildi! Daracık bir alanda duruyordu. Tahta masa ile arasında yığınla beton ve çokça kırılmış cam vardı. Dolabı masanın tam yanında eğilmişti. İçinde özel ders vererek biriktirip yavaş yavaş aldığı ceketler, pantolonlar, hırkalar vardı. Ne de olsa atanmayı bekleyen bir öğretmendi ve öğrencilerinin karşısına güzel bir şekilde çıkmalıydı. Şimdi dizlerini toplamış, insan olmasının verdiği çaresizliği azaltsın diye küçük bir minyatür olmak istercesine bükülmüş bir biçimde duruyordu. Sağ omzuna doğru kolon parçaları düşmüştü. O an nişan yüzüğüne bakma ihtiyacı duydu. Ama gel gör ki sağ elini kıpırdatamıyordu. Yarısı betonun altında kalmış elinde sadece baş parmağını ve işaret parmağını görüyordu. O an zihnine kırık bir cama basmış misali bir acı saplandı. Annesi? Ablası? Yeğenleri? Peki ya nişanlısı? Bizim ev böyleyse sevdiğiminki daha kötüdür diye düşündü. Bu eve babası öldükten sonra iki yıl evvel taşınmışlardı. Bir yıl önce de ablası boşanıp ikiz kızlarıyla onların yanına yerleşmişti. İki yıldır yaşamlarındaki tek güzel şey onun sevdiğini bulması ve devlet sınavında yüksek puan yapmış olmasıydı. Bu sefer kesin atanırım diyordu.


Aniden aşırı derecede susadığını fark etti. Neyse ki baş ucunda her zaman bir su bulunurdu. Suyunu alırken cep telefonunun da sol elini uzatacağı mesafede olduğunu anladı ve hemen aldı. İlk işi annesini aramak oldu. Annesi telefonu açmıyordu. Sonra ablasını aradı. Çocuklarla misafir odasında yatak ile dolap arasında kaldıklarını öğrendi. Annesine seslenmek istedi ama sesi çıkmadı. Bu defa nişanlısını aradı. Telefon açıldı. Nişanlısı hayattaydı ve onu kurtarmaya geliyordu.


İçinde bir umut ışığı yandı. Fakat nişanlısının dediğine göre dünya başına yıkılalı üç gün geçmişti. Şişenin dibindeki suyu içti. Keşke üşenmeyip gece yatarken doldurmuş olsaydı o suyu. Olsun! Nişanlısı onu kurtarırdı. Bekledi bekledi. Yıkılan hayallerine, annesinin sesinin çıkmayışına üzüldü. Düşünürken kaç saat kaç gün geçti bilemedi. İlk katta oldukları için diğer beş kat onların üstüne yıkılmıştı. Yine de şanslıydı ama içerideki hava gitgide azalıyordu. Ablası artık telefonu açmıyordu. Nişanlısı gelmişti fakat yardım beklediklerini söyledi. Aradan yine uzun saatler geçti. Gece miydi gündüz müydü telefondan bakarken artık şarjının da bitmek üzere olduğunu acı bir şekilde anladı. Nişanlısının sesini duyuyordu. Sokaktakilerin her birine gidip yardım istiyor, uzun konuşmalar yapıyordu. Aslında göğe çok yakındı. Biraz daha hava olsaydı…
Son gücüyle “Seni seviyorum, buluşana dek…” yazdı. Telefon kapandı. Sonra kendi gözleri de. Allah’ın ona verdiği şansı insanlar elinden almıştı…

Bu İçeriği Paylaş
1 Comment