Sabah ayazı vururken pencereme, kırık camdan içeriye süzülen rüzgarın ürpertisi ile uyandım. Yanı başımda geceden kalma kahve bardakları ile ağzına kadar dolu küllüğümü görünce anladım gittiğini. Telefonuma gelen bir tek mesaj yoktu. Saat beni yalnızlık geçiyordu ve bitap bedenimi zorlukla kaldırdım yerinden.
Duvardaki fotoğrafımıza ilişti gözlerim, ne güzel gülümsüyordun. Kız kulesini tam karşıdan gören bir bankta otururken, yanımızdan geçen simitçi çocuğa çektirmiştik. Sen, çocuğun sıcaktan ter damlayan saçlarını okşayıp, bir tek simit almadan tepsisindeki tüm simitlerin parasını ödeyip, bir öpücük kondurmuştun kırmızı yanaklarına ve dünyanın en mutlu çocuklarından biri olmuştu o anda. Sonra çocuğun kaderini gözlerinde biriktirip, yaşları omuzuma bırakmıştın kız kulesini seyrederek. Ben sana kuledeki iki aşığın hikayesini anlattığımda “biz ölümsüz olalım” diyerek sarılmıştın boynuma.
Fotoğrafı izlerken bir tek damla yaş akmadı gözümden. Biz ölümsüz olamamıştık. Sen sözünü tutamamıştın ve dünya, annemin de dediği gibi gerçekten ölümlüydü. Bütün gece yastığımda bıraktığım gözyaşlarımdandır herhalde göz pınarlarım kurumuştu.
Mutfağa geçip bir kahve yaptım kendime ve paketimde kalan son sigaramla birlikte içtim. Doğum günümde aldığın siyah gömleğimi giydim üzerime, sen çok yakıştırırdın bana. Hazırlanıp çıktım evden. Yolda Recep abiye uğrayıp en sevdiğin çiçeklerden aldım; papatya ve kırmızı karanfil. Sen, karşıdan elimde çiçeklerle görünce, hep o mahcup gülümsemen düşerdi dudaklarına. Yine gülümsedin biliyorum. Ben çiçekleri bırakırken yanı başına, yüzümü avuçlarının arasına alıp “teşekkür ederim tatlı tebessümüm” dedin her zamanki gibi.
Her şey yine aynıydı ama o çok sevdiğim parfümünü sıkmamıştın bu sefer. Toprak kokuyordun sevdiğim. Ben yağmur damlaları düştüğünde severdim toprak kokusunu bir tek. Şimdi sende sevdim. Sana her şey yakışırdı nasıl olsa. Sözünü tutamamış olsan da ben yakıştırmadım ölümü hiç sana. Her gece yalvardım; “öldür beni anne, ben de toprak kokmak istiyorum” diye…