Acım paslanmış bir demir misali. Dıştan görünmesi zaman almış ama içim çoktan çürümüş benim. Zaman bir girdap gibi alıp götürmüş her şeyi. Duygularım, isteklerim, hayallerim, benliğim… Savrulup durmuşum parça parça. Her şey tek tek gitmiş de benden, bir tek yara kalmış. Yaralarım kabuk bağlasa bile o kabuğu kaldırdın mı hep yeniden başlarmış acı. Tesadüfen dokundun mu eski acılarına aklını yüreğini esir alırmış.
Bir istasyonda beni ona götürecek bir treni bekliyorum şimdi. Ardımda kendimi bırakarak bineceğim o trene. Biletim gözyaşı. Korkularım, kaygılarım bir tren bekçisi gibi tepemde dikiliyor. Ayaklarım beni taşıdıkları için benden utanıyor. Aklım “Dön, ne işin var burada?” diye başımın etini yerken yüreğim tutmuş sevdamdan sürüklüyor beni ona.
Yıllar sonra ona dönüyorum. Yaşadıklarım hiç yaşanmamış gibi. Duyduklarımı duymamış gibi. Yine ona koşuyorum. Terk edilen ben değilmişim gibi. Paslı acım içimi yeterince oymamış da her şey yolunda numarası yapıyorum hala. Benliğimi geride bırakıp onunla yeniden acı olmaya gidiyorum. Baştan ayağa yaralanmamış gibi. Sıfırdan başlamak sanki mümkün olabilirmiş gibi.
Kalbimi eline alıp bir cam küreymişçesine yere vurduğu zaman suratında tek bir ifade yoktu o adamın. Üzülmedi, incinmedi, umursamadı. Ne isterse onu yaptı. Nasıl isterse öyle sevdi beni. Sevmek denirse buna elbet. Bana mecbur olmamak için başkasına gitti. Onun ardından ben de eridim. Aklım eridi, bildiklerimi unuttum. Ruhum eridi, neşemi bulamadım bir daha. Bedenim eridi, eskisi gibi koşamadım oradan oraya.
Şimdi bana mecbur olmamak için giden adam bana mecbur olduğu için istiyor beni. Kaza geçirip yürüme yetisi gittiği için tek başına kalmış. Yazıklar olsun bana geçen sekiz seneden sonra “Tek kalmak senin isteğin, gelemem.” diyemedim. Ona gidiyorum. Bana ömürlük yaralar açan onun yaralarını sarmaya. Ayakları tutarken benden kaçan adama. Bacakları işe yaramayınca beni isteyen adama. Bakıcısı olayım diye beni son çare olarak çağıran adama. Onun bedeni tekerlekli sandalyede, benimse ruhum sargılar içinde…